Reklam sektöründe yaratıcı yönetmenlik yaptığım yıllardı. Birkaç ay evvel işe başladığım bir ajansta, yeni yeni tanıştığım bir ekiple Türkiye’nin en önemli bankalarından birinin konkurunu kazanalı bir ay olmuştu ve banka ajans cirosunun %40’a yakınını sağlayacaktı. Bunun ajansın büyümesi ve tüm çalışanların haklarının daha da iyileştirilmesi için müthiş bir fırsat olduğunu tüm ekibe aktarmıştık.
Reklâm profesyonelleri bilirler; bankalar çok talepkâr müşterilerdir. Hepsi aşağı yukarı aynı ürünleri sunarlar ancak iletişimde farklılaşmayı çok önemserler. Ayrıca her işleri acildir ve daima öncelikli hissetmek isterler. Çok iyi para ödeyen her müşteride buna benzer bir tavır gözlemlenebilir.
Doğası itibariyle talepkâr banka müşterimiz için ilk büyük ve “çok acil” kampanyanın hazırlıkları birçok ajansta olduğu gibi bizde de son dakikaya kalmıştı. O gece sunumu, tasarımlar ve metinlerle bitirmemiz gerekiyordu. Akşamüstü saat 5 gibi bir toplantı için ajanstan ayrılırken iki saat içinde döneceğimi ekibe bildirdim. Toplantı dönüşünde bütün ekipten sadece bir sanat yönetmeninin ajansta beklediğini görünce şaşırdım. Diğerlerinin nerede olduklarını sorduğumda çıktıklarını öğrendim. Hemen telefon ettim ancak erkenden ajanstan çıkan diğer 3 arkadaşın hepsinin telefonları kapalıydı.
Ajansta kalmayı seçen sanat yönetmeniyle birlikte sabaha kadar insanüstü bir çabayla çalışıp sadece iki kişi olmamıza rağmen işi tamamladık ve bir duş bile alamadan gidip müşteriye sunumu yaptık, sonuç başarılıydı. Ajansa döndüğümüzde sırra kadem basan 3 arkadaşı neşe içinde masalarında buldum.
O zamanlar politik doğruculuk bizim toplumun damarlarına henüz bu kadar sirayet etmemişti ve bir yandan da “Sessiz İstifa” diye bir kavram da Dünya’da kimsecikler tarafından dile getirilmiyordu.
Kaçak dövüşen arkadaşlara, nerede olduklarını ve neden geçerli bir mazeret olmadan ajanstan çıkıp telefonlarını kapadıklarını sordum. Aldığım cevap belirli bir açıdan bakıldığında doğruydu: “Sabahlamak zorunda değiliz, aldığımız paranın karşılığında mesai saatleri içinde çalışmak dışında bir mecburiyetimiz yok.”
Burası derin bir konu ve Türkiye’de özellikle ajanslardaki çalışma sisteminin yeniden düzenlenmesi babında tartışmaya da açık… Bununla birlikte idealler ve realitenin çatıştığı bir durum söz konusuydu ve aslında haksızlığa uğrayan sabaha kadar çalışanlardı.
“Bu bir protesto mu yani?” diye sordum… Akşam toz olan 3 kişiden ikisi sessiz kaldı ama bir tanesi “Evet” dedi, “Bu bir protesto.” Dedim ki “Bu -sözde- protestoyla burada kalan arkadaşınızın ve yöneticiniz olan benim üstüme işi yıkıp, ajansı da yeni müşterimizi daha alır almaz kaybetme riskine soktunuz. Protesto öyle olmaz, ‘Ben bu şartlarda çalışmam!’ dersin, basarsın istifayı, çıkarsın.”
Uzun zamandır ajansın gözde sanat yönetmeni olan bu arkadaş, benim yeni olmamı da değerlendirerek patronlara gidip durumu anlatmış… Ortaklardan biri beni odasına çağırdı ve şunu söyledi: “Bu ekibin başı sensin, senin söylediğin sözün üstüne bir şey söylemeyiz. Seni haklı bulduğumuzu arkadaşa ilettik ve istifa yolunun açık olduğunu kendisine söyledik. Bugün itibariyle artık bizimle çalışmıyor.”
Ortakların bu tutumunun bir yönetici için son derece önemli olduğunu vurgulamak isterim: Eğer birini yönetici diye bir ekibin başına koyuyorsanız, ortada bir haksızlık yoksa yöneticinin kararlarına karışmamanız gerekir. Ortakların bu tavrı ayrıca farkındalıklarıyla ilgili de önemli çünkü çalışanın bu protestosunun (!) herhangi bir hak kazanımı sağlamak bir tarafa tüm ekibin inancını, bağlılığını ve disiplinini aksattığı bir gerçek. Önce sessiz sonra da ajansta kalmayı tercih eden iki arkadaş sonraki dönemlerde özveriyle çalıştılar ve kendi ajansımı yönettiğim dönemlerde olduğu gibi, bu ekibi de fazla mesai konusunda, onların lehine azami dikkat göstererek yönettim.
Şunun altını çizmeliyim:
Yöneticiler çalışanların iş-özel hayat dengelerine dikkat etmeli ve saygı göstermeliler. Bununla beraber -sektör bağımsız olarak- bazı istisnai dönemlerde özverinin her pozisyonda ihtiyaç olduğu da bir gerçek. İdeal bir dünyada işler farklı yürüyebilir ama dünya ideal değil. Sadece reklâm ajanslarından söz etmiyorum; neredeyse tüm sektörlerde başta yöneticiler ekstra efor ve zaman koyarak canla başla müşteri memnuniyeti için çalışıyor. Hem iç hem de dış müşteri memnuniyetinden söz ediyorum.
Management Guards olarak hizmet verdiğimiz müşterilerimizin birçok üst düzey yöneticisinin zaman zaman geceleri de çalıştığını yakından biliyorum.
Kendinize ve şirketinizde çalışanlara bir bakın ve değerlendirin:
Çeyrek raporları için, performans değerlendirme için, müşteri talepleri için ve daha kim bilir yapılması gereken başka neler neler için ailenize ayıracağınız zamanlardan nasıl da fedakârlık ettiğinizi düşünün. Siz bunları yaparken eş pozisyondaki iş arkadaşlarınızın bu özveriyi göstermemeleri size nasıl hissettiriyor?
Özellikle Covid19 salgını sonrasında iş saatleri ve iş-özel hayat dengesi konusunda yeniden düzenlemeler yapılmasının bir ihtiyaç olduğu ortada. Birçok kurum bu konuda çok ciddi çalışmalar yapıyor ve maddi-manevi yeni destek sistemleri tasarlamakla ilgileniyorlar.
Ve bu biraz zaman alacak…
Bu sırada suistimale ve haksızlığa fiyakalı bir isim koyup kaytaranları mağdur gösteren “Sessiz İstifa” kavramı bu yüzden safsata. “Sessiz İstifa” edenler; hakları yenen, anlaşılmayı bekleyen mağdurlar değiller.
Bilâkis!
“Sessiz İstifa” edenler, kurum içinde kendilerini diğer çalışanlardan farklı/üstün gören, özveri konusunda hiçbir çaba göstermeyip bencilce işten kaytaran ve “hakkını arama” kılıfıyla haksızlık eden istismarcılar.
“Mobbing” (yıldırma) gibi korkunç bir durum dahi kişiye bu hakkı vermez, vermemeli. Yıldırma ile mücadelenin başka yolları var ve sessiz istifa bir mücadele yöntemi değil; bir kaçış, bir saklanma yöntemi.
Kişinin elbette vazgeçme hakkı var. Ama bırakıp vazgeçerken de insanda bir onur, bir kişisel bütünlük olur. Madem bırakacaksın, hakkını vererek bırak. Bas istifayı çık!
– “Ama işsiz kalırsam ne olur?”
– “Kredi taksitleri ne olacak?”
– “Çocuğun okulu?”
– “Maddi sıkıntı mı çekeyim?”
“Maddi sıkıntı çekemem” diye, kimin özveriyle çalışan iş arkadaşlarının hakkını yemeye hakkı var ki?
(*) Safsata
(İngilizce: Logical fallacy, Osmanlıca: Kıyas-ı batıl), bir düşünceyi ortaya koyarken ya da anlamaya çalışırken yapılan yanlış çıkarsamadır. Safsatalar ilk bakışta geçerli ve ikna edici gibi görülebilen fakat yakından bakıldığında kendilerini ele veren sahte argümanlardır.
(Kaynak: Vikipedi)